Görüp duyabildiğim herkesi her şeyi bir bir inceliyorum. Bakıyorum da bu dünyada kendimize ait neyimiz var? Tuzaklara her an yanılıp düşebiliriz. Gözlerimiz bir şöyle görüyor, bir böyle. Zaman zaman gerçeklerine zaman gördüğümüzün farkında bile değilizdir. Acıkınca olduğumuz kişi ile doyduktan sonra olduğumuz kişi arasında dağlar var. Moralimiz iyiyse, hava da güzelse keyifli, iyi biriyizdir. Ama bir şeyler canımızı acıtacak olsun anında asık suratlı, asabi, yanına yaklaşılmaz bir kimse oluyoruz. Bugün güzel gelenler yarın rahatsız eder; aynı yolu gün gelir uzun buluruz, gün gelir kısa; aynı tablo bir hoşumuza gider, bir zıddımıza. Bir gün her işe yatkınızdır, başka bir gün hiçbir şey gelmez elimizden. Kimi zaman kelimelerle çırpındındığımız şeylerde gün olur ağzımızı açmayız.
Dünyevi bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne kadar mantıklı?
Her şeyin çok daha normal sanıldığı ve genelde geçmişe dönük bir ifadedir “güzel günler”. En nihayeti insan, zamanla her açıdan aşındığı için pişmanlıklarının olmadığı, yıpranmadığı zamanları özler durur. Elindeyken kıymeti bilinmeyen mazi olduğu zaman çokça anılan günler..
Mevsimler döngüsel bir hızla gelip geçiyor, doğadaki her şey de buna bağlı olarak aynı gelgit renkleri arasında bir döngü içinde. Sümer tabletlerinden tasavvuf felsefesine kadar dünya varisi birçok uygarlık veya öğreti evreni, bir “döngü” olarak tanımlar. insan, insanın döngüdeki son halkasıdır ve tüm mesele; tüm sorunların kaynağı olan insanı terbiye etme, ehlileştirme ve doğa yasaları içindeki mütevazı yerine sabitleme çabasıdır.İnsanın en çiğ duygularını pişirme, bastırılan hislerini canlandırma kendine ve çevresine yararlı, vefalı kimse yapmanın derdindedir.
Bekliyoruz!
Mütemadiyen beklemekle geçiyor hayat dediğimiz serüven.
Birisini, ölümü, kıyameti, iyi olmayı, zamanı gelmesini ya da herhangi bir şeyi.
… ama gelmiyor/sun ve geçmiyor!
Belki de beklemeyi seviyoruz.
Sabretmeyi erteliyoruz!
Bekle, gitme, yapma, etme, sabret, durma, sonra, sırası değil, başka zaman, üzülme, ağlama, bekleme, boş ver, bakarız, belki, diyenler yüzündendir kahrımı. Ertelemelere doyamadığımız her şey bizi bir adım daha geriye götürüyor.
Kirli hesaplar, kirli hayatlar, doymak bilmez iştah ve hilelerle yaşanmak zorunda kalınan bir hayat.
Oysa tek bir hamle ile doğru yol bulunabilir.
Allah’a iman!
Ne yaparsak yapalım, mekânlara, kalabalıklara, mevsimlere sığamıyoruz işte. Kimi zaman sınırsız gökyüzünden bir yudum nefes alamaz oluyoruz.
Hangi gerçekten kaçınca parçalanılmaz, hangi dağ başına çıkılsa toparlanılır, hangi çiçek koklansa iyileşilir bilemediğimiz bir kırılganlık var yüreğimizin orta yerinde.
Huzura erişmek için gidilecek tek yer Allah’ın huzurudur.
Yazmakla düzelmeyecek, yaşamakla iyileşmeyecek; belki alışmakla aşılacak çok derdimiz birikti.
Çıkmaz sokaklardan bile geriye dönüp bir yol buluyoruz ama kalbimizden aklımıza bir yol bulamıyoruz.
Nereye gidersek gidelim, kaybolduğumuz tek yer kalbimiz.
Maalesef, içimizde oluşan bu büyük yalnızlık duygusundan daha derin bir uçurum da yok!
Içerisi boşaltılmış insan kavramı altında yaşayıp gidiyoruz.
Bizi insan yapan ne varsa zamanla kirlendi, tükendi;
kalp, akıl, ruh, inanç, sabır, umut…
Üzerimizde bir parça elbise var diye giyindik sanıyoruz.
İnsan: Vicdan ve adaletti; bencil ve vurdumduymaz.
İnsan: Kurban ve cellât.
İnsan: Delalet, vahşet, dehşet.
İnsan: Toprak, kibri ateş!
İnsan: Ölmek için doğdu, yaşamak için savaşıyor.
İnsan: Hiç ölmeyecek gibi yaşıyor.
Yanılıyoruz!
Hep, birini öldürünce yaşayacağımıza inandırıyorlar.
Hep, birini geçince kazanacağımıza inandırıyorlar.
Bizi çok kolay kandırıyorlar; çünkü inanmak istiyoruz!
İnsan, yoruluyor insandan!
Bizim, ideolojileri değil, birbirimizi sevmeye ihtiyacımız var.
Bu coğrafyada mümkün olmayan tek şey de bu: Sevmek!
Nice insanlar gelip geçiyor hayatımızdan.
Sadece yollarımız değil, kalplerimiz de ayrılıyor.
Yazmadan yaşayanlar olduğu kadar, yaşamadan yazanlar da var!
Bazıları, yaşarken bile çürümüş ceset gibi; kalpsiz, ruhsuz, vicdansız ve bencil.
Kimileri insana yüktür, kimileri nimettir. Su gibi, ekmek gibi aziz bir şeydir!
Şiirinizi, şarkınızı ve dualarınızı unutturur!
Öğreniyoruz!
Hayat, sadece insanların değil, yaşamımıza tanıklık eden şehirlerin, eşyanın, yolların, ağaçların, nehirlerin, göllerin, dağların, oyuncakların, evlerin, köylerin, hayal ve umutların, bir kar tanesinin bile değerli olduğunu öğretiyor. Sevmeli, saygı duymalı, korumalı ve sahiplenmeliyiz. Her ne olursa olsun, bizi, anılarımızın içinde masal kahramanı yapan her şeyin kıymetini bilmeliyiz; çünkü “içinden ömrümüzün geçtiği anılar ve şehirler güzeldir”. Şehirlerin de ruhu vardır. Üzmeyin, yağmalamayın, talan etmeyin, yakmayın ve koruyun. Çeşmeleri, evleri, sokakları, mahalleleri ve gelenekleri, gökdelen ruhsuzluğunun katletmesine izin vermeyin.
Bir gün, yüzünüzü döndüğünüz deniz, kalbinize değen hüzün, saçlarınızı dalgalandıran rüzgâr, âşık olduğunuz mahalle, hâl hatır sorduğunuz komşular, kimliğini taşıdığınız vatan olmayınca, yaşanacak hiçbir şey olmaz.
Hasretiz!
Çocukluğa ve geçmişe…Masum olan ne varsa hepsine.
Geçmişin güzel oluşu da garip bir paradoks.
Geçerken çok güzel gelmiyor ama geçince güzel olduğunun farkına varıyor ve özlüyoruz.
Bu yüzden anı yaşamak gerekiyor.
Yeniliyoruz!
Aşka, dünyaya, paraya, makama, hırsa, bencilliğe…
Rakamların rakımlarına, haberlerin bültenlerine yeniliyoruz.
Dünya, kendi etrafında acı çekmek için dönen koca bir küre artık.
Kimya, fizik, psikoloji, sosyoloji, matematik formülleriyle bile kederi öldüremiyoruz.
Ruhen inancımız kuvvetli olmazsa bu savrulma devam edecektir.
Tefekkür edelim ki;
Çaresiz değilsiniz, çare sizsiniz!
“Var olmamak bir güçsüzlüktür ve tersine, var olabilmek şüphesiz bir güçtür.” der Spinoza.
Politik, siyasal, sosyal tartışmalardaki gürültü, dünyanın her yerinde sâdece hastanelerin açık olduğu ve tek gücün tıp olduğu bir sessizliğe bürünmüşse sormak gerekir:
Adil olmayan hayat mı, bizler miyiz?
“Güzel günler” dediğimiz, dışımızdaki dünyadan çok içimizdeki sanal dünyada, kime ne kadar dokunup dokunmadığını umursamadan bizim için her şeyin tıkırında olduğu, kendi ulvi zamanlarımızın adı oluyor. Hangi birimizin “güzel günler”inde dünyada savaşlar, açlıklar, haksızlıklar veya ölümler yoktu? Hangi birimizin “güzel günler”inde dünyadaki tüm insanlar mutluydu? Sevdiğimiz sonbaharlar bile yığınla yaprak ölüsü; hayvan sevgimiz, hayvan hapishaneleri… yani bir bütün halinde sorunlu bir güzellik ve estetik algısına sahibiz.
İmtihanlarla sınanınca, zaman zaman öfkemize yenik düşüp neden diye sorduğumuz oluyor.
Neden bunca eziyet?
Kim için katlanmalıyız?
Neden bunca sıkıntı, güçlük?
Sonra da iyi günleri, mutlulukla dolu gülüşlerimizi,aldığımız hazları unutup küçük zorlukları gözümüzde deve yapıp güya yaratıcıya sitem ediyoruz. Sitem etmekten geri durmadığımız Rabbim, bizi yoktan var eden, bizim sevdiklerimizi sahip olduğumuz her şeyi var eden, bizi sevdiği için var edip var ettiklerine sevdiren, (haşa) Allah yok! diyene bile nefes bahşeden, istemediği kadar çok nimet verip mükafatlandıran, mahlûkatın en şereflisi insan olarak yaradan ,bu sıralamayı tefekkür hanenizde genişletebilirsiz. Allah'a isyan yerine şükretmeliyiz.
İşte bütün bunlar insan olarak yaşamanın ne olduğunu anlamak için fırsat aslında. Böyle zamanlarda durup ne oluyor, yaşamak denilen şeyin hikmeti ne? Diye sorgulama zamanıdır. Ardından hayatın anlamını sorgularsın. Anlamaya çalışırsın. Bilmek anlamak için yeterli mi? Yeterli olmasa bile başlangıcı belki. Bildikten sonra daha çok bilmek isteyeceksin, artık ruhun bilgiye açıkmış ve sen onu doyurmakla mükellefsin. Senden daha çok bilenleri bulacaksın, sadece bilmekle kalmamış, bihakkın (?) yaşamış ve bilginin kendisi olmuş insanları bulup soracaksın onlara:
Ne? Bütün bu olup bitenlerin anlamı ne?
İlminle gururlanma da ahdini bütünlemeye bak. Çünkü bilgi kabuğa benzer, ahitse onun içidir. (Mesnevi.5.1170. )
Yaşamak denilen şey verdiğin sözü tutmaktır. Ahdini yerine getirmekten ibarettir.
İşte hayatın anlamı bu.
Bir söz vermiştin hatırlıyor musun?
“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir. “
(Araf suresi/172).
Hatırladın mı?
Hatırlayanlar var. Hatırlamayanlar için de bilgi sağlam kaynaktan.
Yapılacak şey belli. Ahde vefa.
Neden yaşıyoruz? Verdiğimiz sözü tutmak için.
Soruyor, ben sizin Rabbiniz değil miyim?
Evet Rabbimizsin.
O zaman dürüstlük neyi gerektiriyor?
Vefalı olmayı.
Tersi ne? İsyan.
O da şeytanın huyu. Bir de onun adamlarının.
Vefalı kimse gördüğü iyilikleri kendi içinde büyütür bir hayli gösterişten evvela kendi nefsini muhafaza eder. Hayatta yaşadığı sürece başına gelen sıkıntıları zorlukları abartmaz. İsyan etmez. Verilen nimetler bir kenarda dursun en başta Rabbini razı etmek için şükreder.
Şeytan gibi hasetçi değilsen dava kapısını bırak da vefa dergahına gel.
Madem ki vefan yok, bari söylenme. Çünkü sözün çoğu, bizlik benlik davasıdır.
( Mesnevi.5.1173-74).
Vefa dürüst insanların işidir.
Dertli düşünceler de gam ve keder de hoşlanılmayan misafirler gibi ancak sizi rahatsız etmesin. sizi bir musibet ziyaret ettiğinde gönderenin hatırına hoş tutun onları. Misafirdir nasılsa geçip gidecektir.
Hz Mevlana, gam ve elem bizi ziyaret edince şöyle dua etmemizi öneriyor:
“İlahi bu gelenin şerrinden beni muhafaza et lakin onun yüzünden uğrayacağım nimetlerden de mahrum etme”.
İyi günler ve düşünceler de kötü günler ve düşünceler de misafirdir. Geçer. Biz de geçeriz, yaşadığımız yerde kalıcı değilizdir. Gam hoş değildir lakin nimetle gelir.
Kılavuzumuza kulak verelim:
Gam fikri, neşe yolunu vurursa gam yeme. O, hakikatte başka neşeler hazırlamadadır.
O, hayrın aslından yeni bir sevinç, yeni bir neşe gelsin diye evi, başkalarından sıkıca süpürür. (Mesnevi.5.3678-79).
Krizlerin, savaşların, dünyayı bölüşmelerin, kurtarmaların hepsi de gözle görülmeyen bir hastalığın (virüsün) ortaya koyduğu gerçek sayesinde kendiliğinden erteleniyor. Çünkü bu gerçek tek taraflı değil, Orta Doğulu, Avrupalı veya Asyalı değil. Zengin veya yoksul, az gelişmiş veya çok gelişmiş, Müslüman, Hristiyan veya Budist değil. Şimdi bu panik ve korku günlerinin belirsizliği içinde beklerken doğanın ve yaşamın kendi yasalarına karşı bizim koyduğumuz ayrım ve yasaların ne denli yapay ve kifayetsiz olduğuna bakmaya gerek var mı?
Ölümün yaşam karşısındaki eşitlikçiliği, insanın yaşama karşı adaletsizliğinden çok uzak. Ölüm, mevcut yaşam koşullarımız nedeniyle dünyada her insana aynı uzaklıkta değil ve bu koşulları yaratanlar bizleriz. Yazının icad olunduğu tarihlerden bugünlere, sürekli bir kültür ve deneyim aktarımı sağlıyoruz, ama en hayati hatalardan sonra çıkarmamız gereken dersleri bir türlü çıkaramıyoruz. İnsanlık hiçbir evrede ölümü kutsallaştırdığı kadar yaşamı kutsallaştıramadı. Oysa hiçbirimizin yüzündeki endişe, sevdiklerimizi kaybetme endişesinden daha soğuk ve ağır değil ve hiçbir doğal felaket veya salgın hastalık, 2.Dünya Savaşı’ndaki kadar çok can alabilmiş değil.
Elbette birçok felaketi ve zor zamanları geride bırakan insanlık, bu zor zamanları da geride bırakacaktır. Sonra dünyada yok edilen milyonlarca yaşamın milyonda birini, uzayda bulabilmek için harcanan tonlarca kaynağı anlamaya çalışmak tuhaflığına, yine kaldığımız yerden devam edeceğiz.
“Zaman değilmiş gideni geri getiren, aslında zamanmış var olanı götüren...” der Cemal Süreya...
Öyle de garip bir yer işte bu dünya. Dünya içinde garip bir kavram şu zaman. Bir türlü idrak edemediğimiz ve kıymetini bilemediğimiz. duraksamadan hızla akıp giden.
Sonsuzluk evreninin bir parçasıyız aslında. Yaratılmışların en üstünde var olan bir yaratılmış olarak hem de... Ama duygularına yenik düşen, hayatı anlayamayan bir yaratılmış: İnsan... Türlü hayatlar içinde geçip duruyor aslında ömrümüz. Tek bir hayat yaşıyor gibi görünsek de birçok hayatın bazen başrolü bazen de figüranı oluyoruz. İstesek de istemesek de sürdürüyoruz bu rolleri. Âlemler arası geçişi yaşıyoruz. Fark etmesek de... Bazen bu hikâyelerde kaybettiklerimiz oluyor. Hem ruhen hem bedenen...
Bize de üstad Beyatlı gibi söylemek kalıyor: “Birçok giden memnun ki yerinden, dönen yok seferinden...”
Birçok sokaktan, birçok eski yapının önünden geçiyoruz. Hiç sormuyor muyuz: Kim bilir kaç bin yıldır, kaç bin kişi geçti buradan? Kaç bin, kaç milyon hayaller kuruldu buralarda? Dertler de tasalar da hep aynıydı oysa yıl kaç olsa da... Dünyada maneviyat hep aynı kalır, maddiyat değişir. Bu, bir bakıma soyutla somutun ezeli bir durumudur. Bize bunların hepsini yaptıran ve yaşatan ise zamandır. Zamanı nasıl kullanacağımızı bilemiyoruz ne yazık ki... Çünkü bir gün elimizden kayıp gideceğini bilmeden yaşıyoruz. Yanlış işlere, yanlış kişilere harcıyoruz zamanımızı. Keza zaman dünya da en kıymetli şeylerden biridir.
Sonsuzluğun temel taşıdır zaman. Her algoritmada bulunur. Her şey yer değiştirirken o baki kalır. Ama en çok canımızı acıtan o iken yaramıza su serpen de odur. Böyle de zıtlıkların atasıdır kendileri. Elimizden kayıp gitmeden güzel değerlendirmek anlayışlı olmak umuduyla..
Anlayışlı olmanın yanında İnsanları anlamak da nasıl ibadet etmek gerektiğini anlamak demektir. Çünkü ibadet okumak demektir. Biraz daha daraltırsak kitabı, insanı, kainatı okumak diyebiliriz. Tek gerçek ise bu yolun erdemi, akıl rehberi ise vefadır.
Yaşadığımız her an hayatımızdan bir parça eksiliyor, ömrümüzden bir gün daha bitiyor. Hayatta kaldığımız günler de işimizin biri de ölüm vaktine adım adım yaklaşmaktır. Hayatın içinde olduğumuz kadar ölümün de içindeyiz çünkü hayattan çıkınca ölümün hedefinden de çıkmış oluyoruz. Unutmayalım ki insan hayattan sonra ölümledir ama hayatta iken ölmektedir.
insan kaybolmuş bir yolda sessizlik çığlıkları ile ilerlerken karanlıkta, gönül hanemize tefekkür ile ışık tutan size teşekkürlerimi sunuyorum.
Diline yüreğine gönlüne sağlık hayatı çok güzel özetlemişin kalemin iceriği güzel