Okudukça ve daha çok okudukça daha az yazmaya başladığım ve öyle ki yazmaktan dahi korktuğum bir zamandan geçtim, geçiyorum da. Sebebi çok fazla. Zaten her şey yazılmıştı. Herkes her şey hakkında iyi kötü bir şeyler yazmıştı zaten. Dünya edebiyatının mihenk taşları yerli yerine oturmuştu. Türk edebiyatında da keza öyle... Satranç oyununun bütün ihtimallerinin hesaplanıp daha ötesinin olmadığı gibi kelimeler, düşünceler ve duygularla kurulan oyun ve oyunun erbabı olanlar da ortadayken ben daha fazla ne yazabilirdim ki? Bilmediğim o kadar çok şey varken ve bildiklerimi de zaten herkesin biliyor olması yazma şevkimi kırmıştı. Kırmanın da ötesinde gözümü ve kalemimi korkutmuştu.
Düşüncelerimi yazsam kimin umurunda olacaktı ki? Zaten adından yüzyıllardır söz ettiren fikir ve düşünce babaları vardı. Duygularımı yazsam, her duygunun karşılık bulduğu muhteşem eserler zaten kaleme alınmıştı.“Lambada titreyen alev üşüyor“dizeleri yazılmıştı bir kere.
Şimdi ben Amerika'yı bir daha mı keşfedecektim(!) Sonra! Ama sonra!... Sonra şunu fark ettim. Evet bildiklerin, bilmediklerinin yanında zerre hükmünde. Sen bilmediklerinin arayışına girdiğin bu yolda, tecrübelerini ve bu tecrübelerinin yaşattığı duyguyu yaz o halde, dedim kendime. Bildiklerini de nasıl öğrendin, öğrenirken neler yaşadın ve neler hissettin onu yaz, dedim yine kendime.
Böyle böyle korkularımı bastırmaya çalıştım. Ve en önemlisi de şunu fark ettim; üslup... Evet üslup! Herkes her şeyi bilebilir herkes her şeyi yazmış olabilir ama herkesin üslubu asla bir değildi ki. Peki üslup neydi?
Üslup
1 - Anlatma biçimi, deyiş ya da yapış biçimi.
2 - Bir çağa, bir ülkeye ya da bir sanatçıya özgü teknik, renk, söyleyiş ve biçimlendirme özelliği.
3 - Sanatçının anlatma ya da yapma yolu, anlatış özelliği; duygu, düşünce, eylem ve düşlerin kişisel anlatım biçimi.
Üslup, parmak izi gibi bir şeydi. Ve parmak izi bir insanın kimliğiydi. Bir yazarı ölümsüz yapan da parmak izinin eşsizliğiydi. Tam da bu düşüncenin ışığında kaleme tekrar tutundum sımsıkı. Kalemimin ucunda, duygu ve düşüncelerimin üzerinde kendi parmak izimi bırakabilirsem daha ben "ölmezem" diyerek hadsizce bir cesarete ölümüne daldım, affola.
Şimdi ben bunu niye anlattım oraya geliyorum. Bu konuyu alıp çok alakasız bir şekilde nereye bağlayacağım biliyor musun? Hiç uzatmadan direkt baş göz ediyorum konuları öyleyse...
Üslupla bitirdiğim konuyu, 'konuşma özürlü toplum' konusuna bağlayıp buradan yola devam etmek istiyorum. Konuşma özürlü dediysem bu asla 'konuşma engelli' dediğim anlamına gelmesin.
Konuşma engeli; konuşmanın anlaşılır şekilde olmaması, konuşmanın duyulmasında yetersizlik olması, sesin bozuk ve tırmalayıcı olması, sesin çıkarılmasının, ritminin ve vurgularının bozuk olması, dil yönünden kelime dağarcığı ve dil bilgisi yetersizliklerinin olması, konuşmanın bireyin yaşına ve fiziksel yapısına uygunsuzluğunu ifade etmektedir.
Konuşma özürlüden kastım ise üslup özürlülüğü... Ve işte asıl konuya girizgah yapmış bulunuyorum çok şükür.
Büyüklerinin yanında bacak bacak üstüne atmanın yanlış olduğu görgüsüne vâkıf bir toplumken, sözlerin bacak bacak üstüne atıldığı bir toplum haline geldik maalesef. Tepeden tırnağa üslup hezimeti yaşayan bir toplum haline geldik. Öyle ki saygıdan, görgüden, edep ve adaptan fersah fersah uzak bir üslup hem de... İkinci çoğul şahıs halini hitabetinden kaldırıp; samimiyetten ziyade telaffuzunda kibir kokan, ikinci tekil şahıs halini diline pelesenk eden bireylerin birbirine tahammül etmek durumda kaldığı bir toplum haline geldik. Rica kiplerinden ziyade emir kiplerini kullanarak‘ene’yi tatmin etmeye çalışan bir toplum haline geldik.
Üstad Nuri Pakdil'in de dediği gibi "Üslubu ağır bir zamandayız."
Velhasıl çok kötü bir zamana denk geldik.
Ağzı olan konuşuyor, eline kalem alan yazıyor. Ağzı olan elbet konuşsun ama üslubunca. Ağzı var diye, karşısındakine kötü konuşmak ve küfretmek hakkını kendinde görmemeli insan.
Yazmak isteyen elbet yazsın ama yine üslubunca. Elinde kalem var diye kalemin ucuna geldiği gibi kötü söyleme ve küfretme hakkını kendinde görmemeli insan. İlla yereceksen de güzel yer! Öyle güzel sözlerle hicvet ki küfre ne hacet! Senin üslubunun edepliliğinden utansın hicvettiğin kişi.
Hem ne diyordu Sadi Şirazi:
"Yanlış üslup doğru sözün celladıdır." Sözün doğru olsa ne ki üslubun eğri olduktan sonra. Eğri dedim de aklıma şahsına münhasır yılanlar geldi.
Hani tatlı dil yılanı deliğinden çıkarırdı(!) Tatlısı şöyle dursun dilin kendisi yılan olmuşsa yılanlar neylesin? Deli deliyi görünce değneğini saklarmış ya hani! Yılan yılanı görünce zehrini nereye saklasın? Şimdi o delikten kim çıksın da kim girsin değil mi(!)
Bu böyle uzar da gider ama gel hadi biz üslubumuza zeval getirmeden bu yolu da bitirelim alnımızın akıyla. Konuya hem yakın hem uzak ama son bir şey daha...
"... lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye!" Ne de güzel ifade etmiş güzel lafların güzel insanı Mevlana Celâlettin Rumi.
Kalem tutan ellerine kuvvet ablam
Çok teşekkür ederim.