Allah aşığı peygamber dostu Deli derviş varmış. Deli Derviş köy, kasaba, dağ, bayır demeden gezer, Allah la meşgul olur; bazen demircide çalışır harlı ateşin karşısında haftalarca, günlerce kızgın demir döver, ateşin hararetinin sıcaklığını bütün iliklerine kadar işletirmiş. Kimi zaman hamallık yapar gün kazanır gün yermiş.
”Niçin yarını düşünmüyorsun? Bir köşeye üç beş kuruş at diyenlere.”
“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’a aittir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı yeri bilir. Sabahında akşamında sahibi o dur.’’ Dermiş.
Sivri dilli olan Deli derviş el etek öpmekten hoşlanmaz, padişahı da olsa sözünü esirgemezmiş. Yine dağ bayır gezmiş. Köyler, şehirler aşmış. gezmekten ayağının altı nasırlaşmış. Kasabanın birinde konaklamış. Kasabada yaşayan Şeyh ‘in birinin sohbetine katılmış. Ahali toplanmış döşekler atılmış, sofralar kurulmuş, kuzular çevriliyor, yemekler yeniyor, ağız şapırtıları metrelerce öteden duyuluyormuş. Ahali etrafına bakmadan bir fazla lokmayı mideye atmanın telaşına tutuşmuş.
‘’Yarabbi şükür !’’.
Ortam bir anda bıçak gibi kesmiş, ellerinde yemek olanlar sofraya bırakmış, çiğneyenler zar zor yutkunmuş.
Sohbet faslına geçilmiş.
Deli derviş yemeğe dokunmamış, bir köşede oturmuş, etrafı süzüyormuş. Dervişten haberi olmayan Şeyh ileri geri konuşuyor, kendince Dini yorumlar yapıyor, Aliyi Veliye, Veliyi Aliye giydiriyormuş. Yanlışa Dayanmayan Deli derviş bütün ahalinin içinde şeyh yerden yere vurmuş. Her soruya bir cevabı olan Şeyhin dili tutulmuş, kem küm edebiliyormuş. Ahali pür dikkat Dervişe kulak vermiş. İtibarını kaybetmekten korkan Şeyh burun kıvırıyor.
‘’Deli yav ne dediğini bilmiyor.’’
Söyleyeceğini söylemiş çıkmış heybesini boynuna takmış, asasını alıp düşmüş yollara. Konuşmaya tanıklık eden ahaliden bir peşine düşmüş. Hızına yetişmek ne mümkün. Soluk soluğa yetişmiş Dervişe.
“ Selamünaleyküm Efendi, Şeyh hazretleriyle yaptığınız konuşmaya kulak kabarttım, pek hoşuma gitti. Müsaade ederseniz karşı köye kadar size yarenlik edeyim.”
“Efendi sen benim yarenliğime dayanamazsın.”
“Merak buyurmayın efendim! Kulağım ağır işitir biraz. Gözüm desen pek görmez, cahilim dilim pek kelam etmez, şu ağıtçı kula biraz nasihat etseniz kulağı açılsa. Belli çok cihan gezmişsiniz, gördüğünüz güzellikleri anlatın gözümde hayal edeyim, bir iki kelam öğretirseniz dilim döndüğünce okuyayım.”
“Efendi ne iş yaparsın?”
“Ben bağıtçıyım. Canciğer kardeşim vardı, beraber büyüdük. Her şeyimiz birdi. Bizi gören ikiz derdi. Olan oldu, can dostum hummaya yakalandı ve ansızın öldü. Canım o denli yandı ki feryadım yeri göğü inletiyordu. Öyle feryat etmiştim ki ölüye gelenler feryadıma ağladılar. Çok beğendiler beni, bu diyarın ağıtçısı yaptılar. Yedi cihan bilir ne denli ağıt yaktığımı. Akşamdan ölenlerin haberi gelir. Sorarım.
Zengin mi? fakir mi? güzel mi? çirkin mi? cömert mi? cimri mi? Kendi dilimde ağıt düzerim. Sabah erkenden giderim. Ben varmadan kazan kurulmuş, ölü teneşire konulmuş olur. Hoca yıkar paklar, ben bakarım. Kefene sarınca başlarım ağıt düzmeye. En çok zengin ölüleri severim. İyi de methettim mi? bol para verirler, heybemi yemek ile doldururlar. Buranın en güzel yerinde evim var benim. Ağıtçının evi olduğunu bilirler. Şelale var dibinde, suyu şırıl şırıl akar, sesi kulağı mest eder. Uzun söğüt ağacı var yanında, yazın pek hoş olur yatması altında… Eğer yok ise o gün ölen kişi, kafayı vurur yatarım, Akşam vakti kalkarım. Haber geldi geceden, bir fakir ölmüş iki köy ilerden. Zengin gibi olmasa da üç beş akçe yolumu bulurum.
“Ey dost! Aç kulağını desem, sağırsın duymazsın. Konuşsam dilimi anlamazsın. Az evvel Azrail yanından geçti diyecektim kördün; görmedin. Nasihat edeyim desem, sen sağırsın, dilsizsin, körsün, daha da kötüsü nankörsün.”
Hepimiz yalancı dünyanın ağıtçılarıyız. Selametle